Ekosistem

Ekosistem

Yemyeşil bir ormanın içinde yürüdüğünüzü hayal edin, karşınıza kocaman ölü bir ağaç çıktı, ne hissettiriyor bu görüntü size? Yürümeye devam edin, yemyeşil ormanın içinden bir anda hiç ağacı olmayan geniş, otlu, küçük bitkili bir alana geldiniz, size de doğa bitmiş gibi geliyor mu?

 

Açık Radyo’da konuk ettiğim Yücel Sönmez’in uyarıları ve okuduğum bazı makaleler sayesinde ölü ağaçlar veya ağaçsız geniş alanlarla ilgili nasıl sığ görüşlü olduğumu farkettim.  Bilinçaltımda doğa: yeşil, ağaçlı, hayvanlar ve çiçeklerle yani “yaşamla !?!” dopdolu bir alanmış meğer. Ekoloji ve biyoloji okuduğum halde, yine de farkında olmadan böyle bir fikrim varmış ki, Yücel bana “Türkiye’nin doğasını en çok tehtid eden 10 etkenden biri bilinçsizce ağaçlandırma” dediğinde, şaşkınlık içinde, “ağaç dikmek nasıl tehlikeli olabilir ki?” dedim.

Meğersem ölü bir ağaç, yaşayan bir ağaçtan çok daha fazla canlıya, neredeyse 900 çeşit türe ev sahipliği yapan bir kaleymiş ve her sağlıklı ormanda belli bir sayıda mutlaka olmalıymış!  Yani sökülmeleri, yerine yeni ağacın dikilmesi yarardan çok zararmış. Ağaçsız, otsu türlerle ve çalılarla kaplı alan olarak tanımlanan bozkırlar da bozkırları tercih eden canlılarla dolu olduğundan, ağaçlandırma aslında onların yaşam alanları tahrip ediyor, varlıklarını tehtid ediyormuş! Şu yaşadığımız bilinçsizliği görebiliyor musunuz? Ağaç iyidir diye ezberlenmiş tavırla, ağaç dikmek iyidir diye, neleri yok ediyoruz aslında…

 

Bunları okurken başka bir yerde de benzer bir cehalet ile karşıkarşıya kaldığımı farkettim: İlişkilerde… Aman ağaçsız olmasın, aman herşey o bildiğimiz, filmlerle, dergi ve kitaplarla çizilen romantik çerçevenin dışına çıkmasın, iyi olarak tanımlanan kurallara sadık kalsın diye büyük çaba sarfediliyor aslında. Esasen canla dolu olan sessizlikler, tartışmalar, huzursuzluklar, zorla söylenen iyi sözlerle, bakışlarla, iletişim çabalarıyla yamalanıyor. Yeter ki herşey iyi olsun. Bizim iyimiz, hep Amazon ormanları, yaşadığımız anlar ise sürekli değişen ve dönüşen ekosistemlerle dolu. Her an o değişme bakmak, adapte olmak, incelemek ve şans vermek yerine, her “iyi”den sapılan anda korku ile kazma kürekle fidan dikme çalışmaları başlıyor. Yeter ki ağaçlansın. Yeter ki CANLANSIN!?! Cehaleti görebiliyor musunuz? Görmeyeyim, yaşamayayım o bozkırı diye oradan gelebilecek zenginlikler, deneyimler nasıl da hızla yok ediliyor, her ormanın içinde bulunması gereken ölü ağaçlar nasıl da birer birer sökülüyor.

 

Benzer birşeyi yoga pozlarında da gözlemliyorum. Orada da bir “ağaçlandırma” hali var sanki sürüp giden. Kitaptan, resimlerden esinlenerek belli bir şekle sokulmaya çalışılan bedenlerle yapılan yoga- bir adım geride kalarak veya kitapta anlatılan hizadan biraz saparak, o dışarıdan cansızmış gibi gözüken ağacın o müthiş besleyici canlı doğasını yaşayamıyor!  Onun yerine hiçbir işe yaramayan hatta uzun vadede incitici olan bir uygulamaya dönüşüyor, yani cansız bir ekosisteme. Halbuki her bitki örtüsü çeşidinin yaşattığı bir doğa var, her bedenin yaşadığı hisler, en optimum şekilde girebildiği biçimler var. Dışarıdan bakıp, “a bu kişi pozu ne biçim yapıyor” dediğinizde o kişi büyük hislerle şeklin keyfini çıkarıyor olabilir…Amazon ormanlarını romantize ettiğim gibi şekillere, serilere, hizalara sıkışan yoga zihni, o günkü basit, belki de uzaktan çok müthiş gözükmeyecek ama içeriden canı her anlamda besleyen bir uygulamaya dönüşebilir. Bunun için kafada sinsice çoktan oluşmuş kalıplara bakmanın zamanı geldi sanırım.

 

Yaşamın her saniyesi, kendini yenileyen birer ekosistem…İç alan, bir an Amazon ormanıyken, başka bir an bir bozkıra hatta bir çöle dönüşebiliyor. Bu uçlar, bir yoga uygulaması sırasında kitapların anlattığı herşeyin yapıldığı veya hizanın bile çok kafaya takılmadığı serbest, “özgür” bir uygulama olabilir. Günlük ilişkilerde eşle, arkadaşla yapılan kahkahalı sohbetler veya sesli tartışmalar ve küskünlükler şeklinde görünebilir. Amazon ormanlarının rengine, kokusuna, seslerine aldanan biri olarak önce kendime hatırlatıyorum, her ekosistemde hayat son hızıyla devam ediyor. Her söz veya sessizlik, müthiş estetik ve kolaylıkla yapılan veya pek şekilsizmiş gibi gözüken poz, her başarı veya başarısız sayılan durum, her biri canla dolu.

 

Gezintiye çıktığınızda çorak gibi gözüken yerlerde etrafınıza yeniden bakın, o coğrafyanın ihtiyacı illa da çam ormanı olmayabilir. O gün, o an konuşma illa da tatlı bitmek zorunda olmayabilir. Bugün yapılan Üçgen Pozunda, el mutlaka havada olmayabilir, el duruşu dün olduğu gibi gerçekleşmeyebilir.

Kafadaki romantize edilmiş kalıpların daha başka nerelerde olabileceğini şimdilik göremiyorum. Eminim yüzlercesi sırf bu yazının içinde gizli. Ama meraklı bir şekilde bir durup bakmak, bu ara kafamı kurcalayan bir araştırma…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.