“Çok gülen çok ağlarmış”, bu bir deyim mi bilmiyorum, ama benim beynime kazınmış bir bilgi. Her çok güldüğümde, hele hele gözlerimden yaş gelene kadar güldüysem, gözyaşımı silerken içime bir kurt düşer “eyvah!” diye. Geliyor üzüntü… “Bir şeyini çok beğenirlerse nazar değdirirler!” Geçen yıl vefat eden canım köpeğimin en güzel resimlerini hala internete koyamadığımı farkettim “ya nazar değerse” diye!… İlk okuldayken babamın hastalanamasından korkardım ve öleceğini düşünürsem eğer kesin birşeyler olacağını sandığımdan, panik içinde böyle düşünceler düşünmemeye çalışırdım! Sizin de başınıza geliyor mu böyle korku yaratan fikirler?
Beyin gerçeği algılamada 3 önemli özellik kullanıyor. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi önce algıladığını tanımlıyor ve kategoriliyor. Kategorileme yeteneği geliştikçe algılanan şeylerin bazı özellikleri kategoriye uysun diye görmezden geliniyor ve daha kolay anlaşılsın diye algılananlar sayılara bölünüyor. Aştanganın 8 kolu, Yama ve Niyamalar 10 tane, yoga pozları 5’e ayrılır yok bence 6’ya, üst bacaktaki kaslar 4 grupta toplanabilir, dünyadaki elementeler 4 tanedir, yok 5′dir…Ünlü yoga hocası Godfrey Devereux, herkesin sevdiği bir sayı vardır ve genelde anlatmak istedikleri şeyi o sayıya uyacak şekilde bölerler der. Üçüncü ve bu yazının ana konusunu oluşturan özellik ise sebep-sonuç ilişkisi. Beynimizdeki mantığın çoğu bilinçaltında oluşuyor. O çalışma halini görmek için herhangi birşeye “bu neden oluyor?” diye sormanız yeterli. Cevabı, sizin sebep-sonuç bölümünüzden geliyor.
İnançlar, beklentiler ve öngörülerin hepsi sebep-sonuç yeteneğine bağlı. Bizi topraklayan, hayatı yaşanılır ve anlaşılır kılan bir yetenek. Bu ilişkiyi kuran beyin bölümleri zarar gören veya tümörlü olan insanlar büyük korku ve belirsizlik içerisinde yaşıyorlar. Dil de sebep-sonuç ilişkisi taşıyor, bir sıralama gerektiriyor. Bunu her an yaşıyoruz, en basitinden sabah alarm çaldığında yataktan kaldıran veya snooze tuşuna bastıran şey de o an hızlıca işleyen sebep-sonuç çalışması: “daha vakit var, biraz uyuyabilirim”, “hemen kalkmazsam gecikirim” vs. Bunun çığrından çıkmış hali ise benim okul çağındayken oynadığım bir oyun: eğer topu yakalarsam sınavım iyi geçecek, on dakikada eve girebilirsem akşamki parti çok iyi geçecek ve bunun gibi hiç alakası olmayan iki şeyi biribirine bağlamak. İşin şu anda komik yanı ise, o zaman çok inanırdım buna. Gerçekten de iyi geçerdi çünkü sınavım, ya da iyi geçeceğine inanmak mutlu ederdi beni. Bunlar hep aynı bölgelerin çeşitli şekillerde çalışma hali.
Sebep sonuç diye birşey var. Bir peçetenin oluşmasını sağlayan şey, kağıt liflerinin olması. Kağıt liflerinin olmasını sağlayan şey ise ağaç. Ama bir de benim yaptığım gibi bir sürü, bazen yorucu gelebilecek, korku yaratan sebep sonuç kalıpları var ki, Wayne Liquorman’ın, (“ben yapıyorum” dedirten, hayatı kontrol ettiğini sanan) otobiyografik benliği anlatırken kullandığı metafor ile anlatılabilinir:
Bir nehrin üzerinde dümeni çalışmayan bir tekne ile gidiyorsunuz ve sürekli dümeni kontrol etmeye çalışıyorsunuz. Bazen sağa çeviriyorsunuz, sola gidiyor, bazen sola çevirirken sağa gidiyor. Ama ne zaman ki sağa çevirdiğinizde sağa gitti, o zaman “Aha! işte döndürdüm!” diyorsunuz. Ve beyin, işine gelen sebep sonuç ilişkisilerine bayıldığı için onları hatırlıyor, diğer döndüremediklerine ise o kadar takılmıyor.
Çok gülersen ağlarsın da öyle bence. Çok gülüp gerçekten ağladığım zamanları net hatırlıyorum, çünkü destekliyor inancımı, “bak gördün mü?” diyebiliyorum. Ama her seferinde mi oluyor? Bilmiyorum. Zaten birşeyi gerçek diye tanımlamamız, bildiğimiz sebep-sonuç ilişkisine uyup uymamalarına göre değişiyormuş. Mesela duyduğumuz bir şeyi , inandığımız sebep-sonuç şablonuna uygunsa doğru kabul ediyor, uygun değilse de pek şans vermiyormuşuz. Örneğin geçen gün çalışmayan DVD çalara, ellerimle “çalışşşşş” diye reiki verdiğimde çalışmaya başlamasını bir sebep-sonuca ne kadar bağlanmak istediğimi farkettim. Ama DVD çalar şifacılığı benim kafamdaki sebep-sonuç şablonlarına pek uymadığı için “şans” deyip geçtim.
Sinirbilimci Andrew Newberg, Pensilvanya Üniversitesinde yaptığı araştırmalarda meditasyon yapan keşişlerin frontal ve parietal loblarında, (yani bilişsel, dil ve duygu ile ilgili bölümlerde) aktivasyonun değiştiğini görüyor. Sebep-sonuç ilişkisini oluşturan bölümler anlık susuyor, bu da “anda olma” hissini verirken keşişler tarafından büyüleyici bir his olarak tanımlanıyor. Meditasyon bittikten sonra ise, meditasyonu yapan kişinin inancı neyse o lensten bakarak yaşadığına bir sebep ekliyor, “hiçliği deneyimlediğim için”, “tanrıyı deneyimlediğim için”, “bütünlüğü deneyimlediğim için”… Eğer tanımlayamıyorsa, o zaman “mucize” diyip geçiyor. Hala Big Bang’e neyin sebep olduğu, veya ona sebep olana neyin sebep olduğunu araştırıp duruyoruz. Sebepleri bilmek istiyoruz.
Bazen içimdeki korku oluşturan sebep-sonuç kalıplarının alfabeden oluşan makarnanın yanyana düşen iki harfi arasında benim özellikle çekmek istediğim çizgilerden ibaret olduğunu düşünüyorum. Tabağın üstündeki B yan dönmüş çünkü altındaki P yukarı bakıyor!?! Bunu farkedince Erich’in önerdiği bir dur, sessizleş ve yeniden bak tekniğini uyguluyorum. Yeniden soruyorum, “ne oluyor burada?” diye. Şu anda olanla kalmayı deniyorum.
Cihangir Yoga’ya gelen Aile Dizimi uzmanı Svagito Leibermeister, Zen Terapi eğitiminde, insanların kendilerinde buldukları sorunlar hakkında “peki neden böyle oluyor” diye sorduklarında “neden sorusunun cevabını bilince ne olacak?” diye geri soruyla cevaplıyordu. “Neden?” sorusunun sadece daha fazla laf salatası oluşturacağını ve esas bakılacak şeyin “Ne oluyor?” olduğunu vurguluyordu.
“Neden?” değil de, “Ne?” diye sormak…
Güneş doğduğu için mi çiçek açıyor? Çiçek açtığı için mi güneş doğuyor? Güneş çiçek açsın diye mi doğuyor? Çiçek güneş doğsun diye mi açıyor?
Bu ikilinin arasında istediğiniz çizgiyi çekin. Veya dışarı çıkıp ikisinin de keyfini çıkartın.